|
 |
 |
 |
Bugün 29 Haziran Cumartesi. Gündem çok yoğun.
Erkenden hazırlanıp, kahvaltı salonuna indim. Saat 09.00'da resmi
yetkililerle kahvaltı toplantısı var. Bizim ekip çoktan kalkmış, sahilde
turluyor. Hatta Lorena sabah 05.00'te uyanıp denize bile girmiş. Yanıbaşında
yüzeye sıçrayan balıklarla birlikte nasıl yüzdüğünü (aslında yüzme
bilmiyormuş) anlatıyor keyifle.
Kahvaltı salonuna upuzun bir masa hazırlanmış. Bartın Milletvekili
Cafer Tufan Yazıcıoğlu, Vali Fatih Eryılmaz, Bartın Belediye Başkanı
Rıza Yalçınkaya, Amasra Belediye Başkanı Ali Yıldırım, Amasra Müzesi
Müdürü, gazeteciler ve bizim ekip masada yerlerimizi aldık. İtalyan
dostlarımız beraberlerinde getirdikleri hediyeleri birer birer sahiplerine
verdiler. Hediyelerin önemli bölümü İtalya'da Paflagonia üzerine yazılmış
kitaplardan oluşuyor. Padova Müzesi Müdürü kendi yazdıklarını tek
tek imzalayarak teslim ediyor yetkililere. Karşılıklı iyi niyet ve
işbirliği mesajları veriliyor. Benim için işin en zor kısmı herkesin
aynı anda konuşması ve bunların tercümesi. Herkesin önünde kitap dağları
oluştu. Bunlar görevlilere teslim edilip makam otolarına yollandıktan
sonra, ben de Rıza Yalçınkaya için getirdiğim hediyeyi veriyorum;
1952 yılında Arkeolog Ahmet Gökoğlu tarafından yazılmış ve şu an baskısı
tükenmiş Paflagonia adlı kitabın bir kopyası. Çok duygulanıyor.Resmiyeti
bir kenara bırakıp neşe içinde kahvaltımızı tamamlıyoruz.
Sahilde
bizi bekleyen büyükçe tekneyle önce Amasra sahillerinde bir gezinti
yapıyoruz. Manzara doyumsuz. Sohbet çok keyifli. Bir yandan tercümeleri
yaparken, diğer yandan Amasra hakkında bir yığın şey öğreniyorum.
İnsanlar bilgi verebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar, şikayetim
yok. Hava çok güzel, deniz harika. Ama program da hayli yoğun olduğundan
bu kadarıyla yetinmek zorundayız. Tekneden ayrılıp, Amasra Müzesi'ne
yöneliyoruz. Müze Müdürü bizi bilgilendirerek gezdiriyor. Padova Müzesi
Müdürü özellikle bunların bulundukları yerlerle ilgileniyor. Müzenin
etnografya bölümü İtalyanlar için en ilginç bölüm oldu, onları oradan
ayırmakta zorlanıyorum. Sürekli "tempo!" demek zorunda kalıyorum
ve bu onları çok eğlendiriyor. Resmiyetten eser yok, birlikte turlayan
eski dostlar gibiyiz.
Arabalarla
birkaç kilometre ötedeki seyir yerinden Amasra'yı bu kez kuşbakışı
seyrediyoruz. Manzaradan büyülenmiş bir halde, az ötedeki Kuşkayası
Yol Anıtı'na ulaşıyoruz. Burada da manzara harika. Anıta ulaşmak için
kaç basamak çıktığımızı sayamadım ama nefesimin tıkandığına bakılırsa
birkaç yüz olsa gerek. Girolamo yani Müze Müdürü, yaşından beklenmeyecek
çeviklikte, onda hiç zorlanma belirtisi yok. Diğerleri de heyecandan
bir solukta tırmanıverdiler onca basamağı. Anıtı merakla inceliyorlar.
Onlara kalsa akşama kadar burayı inceleyebilirler ama hemen Bartın'a,
Başkan'ın kıyacağı bir nikaha yetişmemiz gerek. Lorena anıtın kıyısından
harika çiçekler topluyor; eflatun, sarı, pembe, beyaz. Bunları geline
armağan edecek. Yine "tempo!" diye sesleniyorum. Basamakları
üçer beşer inip, arabalara yerleşiyoruz.
Nikah Bartın'ın ileri gelen ailelerinin çocuklarının, kalabalık müthiş.
Massimo kendi düğününü hatırlamış olsa gerek, "şimdi bütün bu
insanlar düğün yemeğine mi gidecekler", diye soruyor. Şaşkın
ifadesine gülüyoruz. Nikah jet hızıyla kıyılınca Lorena gelinin yanına
gidip, biraz önce gelin arabasından kırmızı kurdele çalarak (!) buket
haline getirdiğimiz kır çiçeklerini verip, tebrik ediyor. Yaşlı teyzeler
öne geçebilmek için bizi iteklemeye başlayınca tebrik faslını kısa
kesip, Kocareis Köyü'ne doğru yol alıyoruz. Bu sefer dağ tırmanışı
var. Tepenin arkasında Roma dönemine ait olduğu sanılan üç kaya mezarı
bulunuyor. Ancak inceleyebilmek için çevresinin temizlenmesi gerek.
Köylüler hep bir ağızdan bildikleri bütün rivayetleri sıralıyorlar.
Aşağıda köy evinde bize soğuk ayran ve çay ikram ediliyor. Biraz soluklanıp,
yeniden yola koyuluyoruz. Birkaç kilometre ötedeki tepede Dikilitaş
var. Bazıları bunu bir at heykeline benzetiyor. Doğal bir oluşum olduğunu
düşünenler de var, Roma dönemine ait olduğunu iddia edenler de. Hemen
yanındaki çukurda mezar kalıntısı gibi bir yapının izleri olması,
üzerinde çalışmayı gerektiriyor. Bizimse hiç vaktimiz yok. Dikilitaş
kocaman bir kaya. Bir platform üzerinde dokunsanız kayacak gibi duruyor.
Elle ileri geri sallamak mümkün, ama asla devrilmeyeceğini söylüyorlar.
Herkes birer kere şansını denedikten sonra oradan da ayrılıyoruz.
Restore edilecek bir anıt aramak uğruna köy köy geziyoruz. Her köyde
birbirinden ilginç hikayeler anlatılıyor. Muhtarlar ve yaşlılar her
tepenin ardında bir başka kalıntıdan söz ederken heyecanla kendilerinden
geçiyorlar. Görmemiz için nasıl ısrar edeceklerini bilemiyorlar. Bir
sigara içimlik dedikleri yolun aslında kilometrelerce tırmanmak demek
olduğunu çok sonra öğrendik. Yorgunluktan, sıcaktan bir adım bile
atacak halimiz kalmayınca ilk köyde mola verdik. Köy kahvesinde uzun
masalar kuruldu. Örtüler, peçeteler, buz gibi ayranlar ... Bizi nasıl
ağırlayacaklarını şaşırdılar. Karpuzlar kesildi, gözlemeler yapıldı.
Evlerin bahçesindeki küçük odun fırınlarında ekmekler pişti, taze
köy peynirleriyle ikram edildi. İtalyanlar gösterilen ilgiden de,
ikramlardan da çok hoşnut. Yorgunluktan eser kalmadı, mutlulukları
her hallerinden anlaşılıyor. Köylülerle vedalaşıp, ayrılıyoruz. Daha
yapacak çok iş, görülecek çok yer var ama bölgede gezindiğimizi sabahtan
haber alan diğer köylüler birkaç kilometre sonra yolumuzu kesip, bizi
kahveye sokuyorlar. Gözlerimize inanamıyoruz. Masalar kurulmuş, tavuklar
haşlanmış, pilavlar pişmiş, gözleme, salata, karpuz, ayran Allah ne
verdiyse doldurmuşlar. Yemesek ayıp olur, diyerek ekibi yeniden sofraya
oturtuyoruz. Demli çaylar gerçekten çok makbule geçiyor. Orada ayrılırken
Romano gözlerini kocaman açıp, "bir sonraki köyde yeniden yiyecek
miyiz", diye sorunca "buralarda adet böyledir, günde kaç
öğün yendiğini ben de bilmiyorum" cevabımı önce ciddi sandı,
sonra gülüşmeye başladık. Ama gerçekten daha kaç öğün yiyeceğimizi
Başkan'ın bile bilmediğine eminim.
Yeniden
Bartın'a döndük. Bu kez, Boğaz'dan başlayıp nehir turu yapacağız.
Onlara Parthenios Nehri'ni göstermemek olmaz. Kıyıda, bizi geçen yıl
yine Ugo ile birlikte bindiğimiz o güzel, beyaz tekne bekliyor. Nehirde
manzara muhteşem, sular çok durgun, iki kıyıdaki tüm bitki çeşitliliği
suya yansıyor. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Romano'nun korktuğu başına
geldi, yine sofra kuruldu. Ama ikramlar hiç de reddedilesi değil.
Buz gibi şarap, bira, meyve ve çerez var. Deyim yerindeyse kendilerinden
geçtiler. Günün koşuşturmacasının ardından bu sukunet hepsini mest
etti. Oniki kilometre uzunluğundaki nehri ağır ağır arkamızda bırakıp
Karadeniz'e açıldık. Şansımıza hiç dalga yok. İki kilometrelik sahiliyle
İnkumu çok güzel görünüyor. Kıyılar çok vahşi, çok güzel. Yeşil ve
mavi birbirine girmiş. Büyülenmiş bir biçimde manzarayı izleyen Ugo,
ani bir kararla tekneden atladı. Lorena dünden hazır, hiç yüzme bilmiyor
ama o da atlamakta tereddüt etmedi. Mecburen demir attık. Ben de bir
köşeye çekilip manzaranın tadını çıkarıyorum. Doğa biraz Capri Adası'na
,biraz da Garda Gölü kıyılarına benziyor. Bu konuda Girolamo da beni
doğruluyor. Diyorum ya, şu bizim İtalyanlarla her yönden benzeşiyoruz...
Lorena ile Ugo'nun deniz keyfi bitince demir alıp dönüşe geçiyoruz.
Yol boyunca Ugo ile Girolamo gün içinde gördüğümüz yerler üzerine
konuşup, karar vermeye çalışıyorlar. Ama önümüzde daha görecek çok
yer, tırmanacak çok tepe var.
Gazhane Binası'nda tekneden indik. Parka doğru yürürken, Romano yanıma
gelip "yine mi yiyeceğiz", diye sordu. Gülerek "belli
olmaz", dedim. Park bu yıl daha da güzelleşmiş gibi geldi bana.
Her yer öylesine bakımlı ve güzel ki...
Çaylarımızı içip, hemen otele doğru yola koyulduk. Daha yarım saatlik
yolumuz var ve bir saat içinde giyinip Bartın Rotary Kulüp yemeğinde
olmamız gerekiyor. Otele varınca maratona çıkmış gibi, anahtarını
alan odasına koştu. Neyse ki, tam vaktinde toplantının yapılacağı
yere vardık. Herkes çok şık. Yemyeşil çimenler üzerine uzun bembeyaz
örtülü masalar yerleştirilmiş. Açık büfe çok zengin; patates püresinden
minicik yüzlerce civciv yapmışlar, yaprak sarma, biber dolma, envai
çeşit salata, mangalların üzeri çeşit çeşit et dolu, yok yok. Şaraplar
buz gibi. Tam İtalyan usulü. Onlar mı bize, biz mi onlara benzemişiz
bilemiyorum. Ama her şeyimiz aynı...
Biraz ortamın keyfini çıkarıp dinlendikten sonra, resmi tören başladı.
Geçen yıl, tüm İtalyan misafirler ve bizler Bartın Rotary Kulüp'ün
davetlisiydik. O nedenle hepsiyle tanışıyoruz ve özlenen eski dostlar
gibi karşılanıp ağırlanıyoruz. Yine karşılıklı övgü dolu mesajlar,
sevgi dolu cümleler tercüme ediyorum, sonsuz bir keyifle. Hediyeler
alınıp, veriliyor. Che Bella!
Günün ilk saatleri çoktan geride kaldı. Horondan valse, tangodan sirtakiye,
sambadan twiste yapmadığımız dans kalmadı. Hem de onca yorgunluğa
rağmen. Lorena çok mutlu, çünkü o çok merak ettiği oryantal dansı
uygulamalı öğrendi. Girolamo daha da mutlu, çünkü gecenin bütün zarif
hanımlarıyla dans etti. Ugo hepsinden mutlu, çünkü bir yıldır burada
yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlattığı ekibi bu geziye ikna
ettiği için asla mahcup olmayacak.
Amasra'ya gidene kadar espri üzerine espri yapıldı, gülmekten kırıldık.
Herkes mutluluktan uçuyor. Kimsede yorgunluk alameti de yok. Massimo
yarın Niğde'ye geçecek. Yani Amasra'da son gecesi. O'na buranın muhteşem
gece manzarasını yaşatmak için sahilde oturup, bir çay içmeyi teklif
ettim. Nargile de isteriz, demeye başladılar. Ben sabaha birkaç saat
kalmışken çay bile bulacağımdan şüpheliyim ama söyledim bir kere,
bulmamak olmaz. Küçükliman'ın en güzel yerinde kahveciye rica ederek
yeniden demlettiğimiz çaylarımızı "incebelli"lerde içip,
şen şakrak otelimize dönüyoruz. Ne gündü ama....
EMEL (ALTAN) EGE
|
 |
| |
| |
| |
|